Kuşaklar Arası Travma nedir? ‘Travma’ denilince genellikle doğal afetler, salgın hastalıklar, ekonomik krizler, savaşlar ve felaketler gibi toplumsal olaylar akla gelse de aslında kişinin yaşadığı her türlü psikolojik zorluğu, stres düzeyini arttıran olayları ‘travma’ olarak adlandırabiliriz. İnsanlar travmatik durumları deneyimlediklerinde; bunlara karşı depresyon, anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu, bazı metabolik rahatsızlıklar, uyku bozuklukları veya alkol bağımlılığı gibi bir dizi yanıt verebilirler. Bunlar anormal koşullarda ve aşırı strese maruz kalma sonucunda gerçekleşen doğal tepkilerdir. Fakat ilginç olan bu travmaları yaşayan kişilerin çocuklarının ve hatta ondan sonraki kuşakların, söz konusu acı verici durumları yaşamamış olsalar da benzer sorunlardan şikayet edebilmesidir. Yapılan pek çok araştırmada travmaya maruz kalan kimi ebeveynlerin kendinden sonraki kuşakta kaynağı belli olmayan acı ve yas, kaygı ve sinirlilik gibi duygu durumlarının yanı sıra kötü anıları tekrar tekrar görme, iletişim kurma problemleri veya geçmiş kayıplardan kendini sorumlu tutma gibi davranışlar gözlemlenmiştir. Bu bulgular, bizden önceki bazı deneyimlerin bizim benliğimizi, kişilik özelliklerimizi ve davranışlarımızı nasıl etkileyebildiği ve travmalarımızın nesilden nesile nasıl aktarılabildiği üzerine düşünmemize neden olabilir. Bununla ilgili daha detaylı bilgi edinebilmek için bu konuyu açıklayan psikososyal ve biyolojik yaklaşımlara yakından bakabiliriz. Travmalar nesilden nesile nasıl aktarılır? Yukarıdaki yaklaşımlardan biri, genç kuşağın kendinden önceki kuşaktan sosyal öğrenme yolu ile travmaya verilen tepkileri öğrenmesi ve bu tepkilerin nesilden nesile bu şekilde aktarıldığını ifade eder. Travmaya maruz kalmış kişiler, bu zorlayıcı durumla baş edebilmek için yeni davranış örüntüleri geliştirebilirler. Örneğin; yakın ilişkide olduğu biri tarafından hayal kırıklığına uğrayan bir kişiyi düşünelim. İlişkisinin kendisini olumsuz hissettirecek şekilde bittiği varsayımından hareket edelim. İlişki sonrası bu birey daha kontrolcü veya karşılaştıkları yeni durumlara karşı daha kapalı, kuşkucu davranabilir ya da kişiler arası iletişimde aşırı hassaslık ve kırılganlık gösterebilir; kişilere birtakım bağımlılıklar geliştirebilirler. Dünyayı algılama biçimindeki değişikliklerin doğal bir sonucu olarak bu kişilerin ileride ebeveyn olduklarında çocuklarıyla kurduğu ilişki de bu durumdan etkilenir. Çocuklarına aşırı kontrolcü ve otoriter davranabilirler. Bunun yanında sevgi ve yakınlık göstermeyi ihmal edebilirler. Diğer taraftan bu ebeveynler çocuklarına çok fazla bağımlılık duyarak onlardan sürekli olarak ilgi de bekleyebilirler. Böyle bir ebeveynin çocuğunun da ebeveynine benzer davranış örüntüleri gerçekleşebilir. Böylelikle, ebeveynin yaşadığı travmatik ilişki deneyimi karşısında ebeveynin geliştirdiği davranışlar çocuk bu olaya tanıklık etmediyse bile ebeveyninden kendisine aktarılmış olabilir. Çocukluk dönemi, aile bağlarına dayanarak kimlik ve değer inşa etmek bakımından kritik bir zaman dilimidir. Ebeveynler rol model alınarak dünyayı algılamaya ve çevreyle iletişim kurmaya yönelik davranış örüntüleri geliştirir. Bu durumda ailesiyle sağlıklı olmayan ilişkiler kuran çocuklar, ebeveynlerini örnek alarak; kendileri bizzat travmaya maruz kalmamış da olsalar, travma sonrası oluşan bu davranışları kendi çocuklarına da yansıtabilirler. Böylelikle travmaların gelecek nesillere aktarılmasına aracılık edebilirler. Her ne kadar bu alandaki tartışmalar ve araştırmalar devam etse de travmaların gelecek kuşaklara aktarımını biyolojik bir yaklaşımla açıklayan çalışmalar da mevcuttur. Buna göre farklı hayat deneyimlerimizin olduğu gibi travmaların etkileri de epigenetik olarak gelecek kuşaklara miras kalabilir. Epigenetik değişim kavramını; maruz kaldığımız çevresel koşulların ve deneyimlerimizin, genlerimizin ifade biçimlerini etkilemesi ve değiştirmesi olarak tanımlayabiliriz. Bu değişim genetik bir mutasyon/bozulma anlamına gelmez; hali hazırda DNA’mızda bulunan genlerin hangilerinin aktif olup hangilerinin olmayacağının, maruz kaldığımız çevresel koşullar tarafından belirlendiğini ifade eder. Genlerin dışavurumundaki bu değişimler de üreme aracılığıyla yumurta ve sperm hücreleri tarafından gelecek nesillere aktarılır. Bir başka deyişle bu mekanizma insanın nesiller boyunca, değişen koşullara nasıl uyum sağladığını da açıklamaktadır. Fakat bir açıdan hayati derecede önemli olan bu işleyiş, eğer söz konusu yaşadığımız deneyim travmatik bir olaysa; olumsuz etkilerin de olumlu olanlar gibi aktarılabilmesine neden olabilmektedir. Savaş ve soykırım mağdurları ve onların çocuklarıyla yapılan pek çok araştırmada hem bu olayları yaşamış kişilerde hem de onların buna hiç maruz kalmamış olan çocuklarında, stresle ilişkili olan kortizol ve glukokortikoid hormonlarının miktarı benzer oranlarda bulunmuştur. Benzer bir şekilde, uzun süreli kıtlık yaşamış kişilerin çocuklarında, bu kıtlığa maruz kalmamış olsalar dahi, olası bir aç kalma ihtimaline karşın; vücutlarında kalori tutmaya yani kilo almaya meyilli biyolojik değişimler gözlenmiştir. Söz konusu genetik aktarım mekanizmasının nasıl işlediğine ve aktarımın kesin olarak gerçekleşip gerçekleşmediğine dair kuşkular devam etse de bu yaklaşım önemini korumaya devam etmektedir. Sonuç olarak travmaların nesilden nesile nasıl aktarıldığına dair açıklamalar değişebilse de önemli olan bu aktarım zincirinin bozulması ve semptomların ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla kişiyi rahatsız eden herhangi bir semptom varsa hem kişisel hem de gelecek kuşakların sağlığı için şimdiden bir önlem almak, travmaların üstesinden gelmek için profesyonel bir desteğe başvurmak faydalı olabilir. Yaşantı Psikoloji Kategori: Travma Geri Dön